Neşet ÖZMEN
______________________
"İtin öldüğü yer" sözcüğü nereden gelmiştir ?
Hiç düşündünüz mü ?
Vallahi ben de hiç düşünmemiştim ama, geçenlerde yaptığımız bir gezide keşfettim bunu !
Meslektaşım ve arkadaşım Besim GÜÇTENKORKMAZ'ın, arkadaşım Orhan UĞUROĞLU'nun Genel Yayın Yönetmeni oduğu SONSÖZ Gazetesi'nde çıkan LİKYA YOLU yazı dizisini ilgi ile takip etmiştim...
Ekim ayının ilk haftası geldiğim Fethiye'de, arkadaşımız Kayaköylü Kaan EROL "Sizi Likya Yolu'na götüreyim mi?" diye sorunca, oraları Besim'in yazdıklarını okuyup görmüş gibi olduğumu söyleyerek, gidecek daha başka ilginç yer neresi var sorusunu yönelttim kendisine... O kadar çok yer saydı ki, ben aralarında bir seçim yapamadım. O da bu seçimi kendisine bırakmamızı, kendisinin 5-6 kez gittiği antik Likya kentini gördüğümüzde pişman olmayacağımızı söyledi ve ertesi sabah 9'da buluşmak üzere randevulaştık.
Sabah erkenden aradığımda eşi Anna açtı telefonu ve "Kaan uyuyor... Çok geç yattı, şimdi kaldıramam. Ben götüreyim sizi" deyince, okey dedim ve buluştuk... Anna, Dünya'nın birçok bölgesinde casino kurpiyeri ve sonra da müdürü olarak çalışan Kaan'ın, çalıştığı casinolardan birisinde tanıştığı ve sora da evlendiği bir Türkmen kızı... 5-6 kez, belki de daha fazla gittikleri bu yeri çok beğendiklerinden, geçmiş yıllarda çok fazla sayıda yabancı turistin gezdiği bu yerin, son bir kaç yıldır hemen hemen boş oduğundan söz etti.
Kardeşim Harun ÖZMEN'in kullandığı araçla Fethiye-Kaş yolu üzerinde yarım saat kadar yol aldıktan sonra, PINARA yazan okun gösterdiği yöne doğru saptık. Bir süre köy yolundan ilerlledikten sonra, Minare Köyü'ne ulaştık ama köy içerisinden, harabelere ulaşmak için nereye sapacağımızı bulamadık. Sorduğumuz köylüler yolu tarif etti. Geri döndük ve ağaçların dalları arasına kaybolmuş, bu nedenle de gözümüzden kaçmış "Pınara 2 km" yazan tabelanın gösterdiği tarafa yöneldik... Yol o kadar kötüydü ki, adeta düvenlerin (harmanda buğday tanelerini başaklarından ayırmak için kullanılan, genelde inek ya da öküzler tarafından çekilen, kapı boyutlarında bir araç) altında gördüğümüz tipteki sivri ve keskin taşların aracımızın terleklerini keseceği düşüncesiyle, 2-3 kez yarı yoldan dönmeye yeltendik... Her seferinde Anna, "ilerisi daha düzgün... Zaten çok yaklaştık" diyerek bizi yola devam etmeye zorladı. Ve sonunda Pınara'ya ulaştık.
KUŞ YUVASI DEĞİL, KAYA MEZARLARI...
Karşımıza ilk çıkan, kuş uçuşu yaklaşık 2-3 km. ötedeki dağın sarp yamaçlarına oyulmuş, adeta birer güvercin yuvasını andıran yüzlerce delik oldu. Hemen makinalarımızı çıkarttık ve uygun gelen güneş ışığını kaçırmamak için ilk gördüğümüz açıdan fotoğraflamaya başladık. Ekipte yer alan profesyonel tanıtım fotografçılığı yapan iki kardeşim Ünal ve Harun ÖZMEN'le ben, uzaktan epey fotograf çektik ve sonra da harabelerin giriş yerine ulaştık.Girişte bizi karşılayan görevli yanımızdaki Anna'yı hemen tanıdı ve kulübenin önündeki derme çatma tahta masaya buyur etti... Biz de kendimizi tanıttık, oturduk ve beraberimizde getirdiğimiz poğaçalar ve termostaki çayımızla sabah kahvaltımızı yaptık... Bir yandan da görevli arkadaşla sohbete koyulduk... İsminin Hasan ÇAĞLAYAN olduğunu, hemen yakındaki Minare Köyü'nde yaşadığını, 26 yıldır burada görev yaptığını ve emekliliğine de 4 yıl kaldığını söyledi. Böyle bir görevden emekli olup da ne yapacağı şeklindeki soruma, hiç beklemediğim bir yanıtla karşılık verdi: "2 yıl sonra hanım Bağ-Kur'dan, 4 yıl sonra da ben emekli olacağız. 2 yıl sonra Boğaziçi'nde okuyan oğlum da fakülteyi bitirecek ve hep birlikte Kırgızistan'a gideceğiz" yanıtıyla şaşkına döndük... Kırgızistan da nereden aklına geldi soruma da, "Orayı çok merak ediyorum. Bu nedenle orada yaşamaya karar verdim. Başka da bir nedeni yok..."
Kısa bir hoş-beş sonrası, Pınara'da göreceğimiz yerlere nasıl ulaşacağımızı tarif etmeye başladı. Gidilecek yerlerin yollarının çok kötü olduğunu, kayalar üzerindeki beyaz boyalı okları takip ederek, yılana-çıyana ve ayağımızı bastığımız yere çok dikkat ederek yavaş yavaş yürümemizi, turumuzun yaklaşık 3 saat kadar süreceğini, dönüşte çayımızın da hazır olacağını söyleyerek parkura uğurladı bizi.
Bugüne değin hiç bir kazı çalışması yapılmayan ve deprem hasarları dışında el değmemiş şekilde duran Pınara antik kentindeki turumuza başlarken, 200-300 metre kadar araçla gitmeyi denedik ama, yıllardır hiç bir bakımı yapılmayan yolun giderek daha da kötüleştiğini görünce yürümeye karar verdik. Araçtan iner inmez bir amfi tiyatro karşıladı bizi... Kaya bir zemin üzerine inşaa edilmesi nedeniyle olacak, 27 basamaklı oturma yerleri sapasağlam ayakta idi ama, sütunların oluşturduğu sahne kısmı, geçmişte yaşanan büyük depremlere direnememiş ve yıkılmıştı... Ege ve akdeniz bölgesinde birçok yerde rastladığımız amfi tiyatroların küçük bir benzeri olması nedeniyle 3.200 kişilik bu yapı fazla ilgimizi çekmemiş olacak ki, orada fazla oyalanmadık ve birkaç fotoğraf çektikten sonra ormanın iç kesimlerine yönelip, yerdeki kayaların üzerine beyaz boya ile çizilmiş okları takibe başladık... Yol diye bir şey, kesinlikle yok... Keçi yolu tanımlaması, yürüdüğümüz yerlere bakarsak adeta bir bulvar ! Yani yol o kadar kötü... Bakımsızlık had safhada... Yerdeki beyaz boya ile çizilmiş oklar, çoğu yerde silinip kaybolmuş...Sağımız-solumuz ne tarafa dönsek, ne olduğunu artık anlamanın mümkün olmadığı tarihi eser yıkıntıları ve devrilmiş sütunlarla dopdolu... Bir de binbir çeşit kaya mezarları. Kimi Fethiye'nin içinde ana caddenin tam ortasında bile karşımıza çıkan lahit tipinde, kimi ev tipinde, kimi de irili ufaklı tapınaklar tipinde mezarlar bunlar... O kadar çok ve farklı yapıdalar ki, kaç çeşit mezar gördün deseniz, inanın çektiğimiz fotoğraflara bakıp tek tek saymadan söyleyemem... Hiç birisini es geçmeden, her birisini değişik açılardan fotoğraflayarak, bir tarafı uçurum olan sözde yoldan ayağımızın altından kayıp giden kaya parçaları nedeniyle tehlikeler de atlatarak ilerlemeye devam ediyoruz turumuza...
Karşımıza çıkan kaya mezarları (Türkiye'nin her yerindeki benzerleri gibi) değişik dönemlerde çeşitli yerlerinden kırılarak ya da delinerek yağmalanmış ! Ama antik kentteki tüm yapılar yerle bir olmuşken, kaya mezarları (yağmalama hasarları dışında) hemen hemen tüm özelliklerini korumuş.
GÜVERCİN YUVASI DEĞİL, MEZAR DELİKLERİ...
Harabeler arasında ilerlerken, Pınara'yı ilk gördüğümüz yerde karşımıza çıkan, o yüzeyinde yüzlerce deliğin yer aldığı kaya mezarının dibine kadar ulaşıyoruz... Ve orada şaşkınlığımız on kat artıyor... Bulunduğumuz yerden tam 90 derece açıyla dümdüz yükselen 200-250 metre yükseklikte bir dağ yüzeyi düşünün !
Ve o sarp kayaların en yüksek bölgelerine oyulmuş, tahminen bir insanın ancak girebileceği boyutlarda, güvercin yuvası görünümlü delikler ! Ama buralar, kuş yuvası değil birer mezar. Sarp yamacın tepesinde ise, günümüzde hiç bir yapının kalmadığı belirtilen şehrin akropolisi (yüksek mahallesi) yer alıyormuş... Bu sarp yamaca binlerce yıl öncenin şartlarında kim nasıl çıkmış, o kayaları nasıl oymuş ve en önemlisi, ölülerini oralara kadar nasıl çıkartmışlar, hayret verici bir durum... Akıl sır erdirmek olanaksız.
Tüm Likya bölgesinde olduğu gibi Pınara'da da, gördüğümüz hemen hemen tüm kaya mezarları çoğunlukla yüksek ve ulaşılması zor yerlere yapılmış. Bulundukları yüksek konumlar, hem mezar sahibine ait değerli eşyaların yağmacılardan korunmasını ve hem de inanışa göre mezar sahibinin ruhunun, bir kuşa dönüşerek gökyüzüne ve dolayısıyla tanrıya daha rahat ulaşabilmesini sağlarmış. Genellikle soylulara ve zenginlere ait bu kaya mezarların, dışarıdan bakıldığında Likya tipi ahşap evlerin mimari yönden neredeyse bire-bir taklitleri olduğu görülüyor... Hatta çoğu mezarda, ahşap yapı olduğu gibi taklit edilmeye çalışılmış... Ev tipi kaya mezarlarının yükseklerde ve görkemli bir mimariye sahip olmalarının nedenlerini anladık da, güvercin yuvası görünümlü ve estetik yönü hiç olmayan, kayalara oyulmuş delikler şeklinde görülen mezarların, kimler için ve niçin erişilmesi çok daha güç yerlere yapıldığını, tüm araştırmalarıma karşın bulamadım. Herhalde onların da o kadar yükseklere oyulmuş olmasının öncelikli nedeni, tanrıya erişim kolaylığı olmalıydı !
Tüm bunları düşünerek ve üç adımda bir de arkamıza dönüp o sarp yamaçtaki delik mezarlara bakarak dönüşe geçtik. Tepemizdeki yakıcı güneş ve harabelere defalarca gelmesine karşın dönüş yolunu bulmakta zorlanan Anna rehberliğinde, ayaklarımız kaya-burkula girişteki kulübeye ulaştık... Ulaştık ama, öğrendik ki harabelerin en güzel ve sağlam kalmış kral mezarlarını atlamışız ! Daha doğrusu görevlinin tarif ettiği yolu tam algılayamadığımız için, o tarafa yönelmeden dönmüşüz... Yorgunluktan bayılmak üzereyiz ama bekçi Hasan, "görüyorum çok yorulmuşsunuz ama, kral mezarlarını görmeden dönmeyin" dedi ve oraya nasıl ulaşabileceğimizi, tekrar anlattı... Bize gösterilen yöne doğru olmayan yoldan ilerleyerek, Kral mezarlarına da ulaştık. Gerçekten de belli yerleri kırılıp içlerine girilse de, yöredeki en sağlam ve ayakta kalan mezarlardı karşımızdaki... İrili ufaklı, çoğunluğu ev tipinde oyulmuş, onlarca irili ufaklı mezar. Bu mezarlar da bakımsızlıktan kelimenin tam anlamıyla rezil durumda. Çoğu yerlerinden otlar-çalılar yeşermiş, bazı densizler tarafından mezarların duvarlarına sprey boyalarla ya da kalın uçlu flaster kalemlerle yazılar yazılmış, kalpler çizilmiş ! Bir insan hangi akla hizmet taaaa oralara kadar gelip, mezarlara kadar tırmanıp, sadece bu iş için yanlarına aldıkları boyalarla ya da kalemlerle bu antik eserlere böylesi zarar verir, anlamak çok güç doğrusu. Hem de öylesine zarar vermişler ki, mezarlar üzerine 29 harften oluştuğunu öğrendiğimiz Likya alfabesiyle yazılmış ince işçilikli yazılar, adeta arada kaybolmuş, farketmek bile güçleşmiş artık !
Doğu yamaçta bu kral mezarlar, kuç uçuşu 1 km. kadar tam karşısındaki batı yamacında da, sadece yüzlerce delikten ibaret (sıradan halkın olduğu yorumunu yaptığımız) mezarlar, vadinin iki yakasına yerleşmiş... Ve iki yamacın uçurumları arasındaki çam ve zeytin ağaçlarının gizlediği birçok irili ufaklı, türlü şekilli mezarlar, yerle bir olmuş muhtemelen dönem insanlarının yaşadıkları evler, hamamlar ve anfi tiyatro... İşte antik Pınara harabeleri...
Harabelere girdiğimiz noktaya , yorgun-argın ve de bitkin şekilde geri dönüyoruz... Göreveli Hasan ÇAĞLAYAN çay isteyip istemediğimizi soruyor. Geç kaldığımızı ve dönüş vaktinin geldiğini belirtip teşekkür ediyoruz. Ama hemen kafamıza takılan soruları yöneltiyoruz kendisine:
Öncelikle kuş yuvası görünümlü, bizim kendi aramızda "halk mezarları" olarak nitelediğimiz deliklerin o çok yüksek ve sarp kaya yüzeyine nasıl oyulduğunu soruyoruz ama, o konuda hiç bir bilginin olmadığını öğeniyoruz. Mezarların içini gören olmuş mu şeklindeki sorumuza da, 40-50 yıl önce bir Avusturyalı dağcının mezarlara tırmandığını duyduğunu, onun söylediğine göre de içine girdiği mezarlarda birer çürümüş tabuttan başka bir şey görmediğini söylediğini anlatıyor... Daha sonraki yıllarda mezarlara tırmanan 3-4 genç köylünün de, içeride sedir ağacından yapılmış, ama kapakları çürümüş birer tabut gördüklerini, tabutun içinde olması gereken kemiklerin bile eriyip yok olduğunu, ama sedir ağacından yapılmış tabutlara sinmiş ceset kokusunu aldıklarını anlattıklarını söylüyor.
Ömrünün yarısının harabeleri beklemekle geçtiğini söyleyen Hasan ÇAĞLAYAN'a, Kırgızistan'a yerleşme konusunu bir daha gözden geçirmesi önerimizi yineleyip, yorgun-argın ve de bitkin, hatta taşlık-kayalık yollarda yürürken ayak bileklerime binen yükün bıraktığı hasar nedeniyle de topallayarak harabelerden ayrılırken, yanımdakilere, "Bu Likyalılar, belli ki ulaşmanın çok güç olduğu buraya, yaşamak için değil ölmek için gelmişler... Çevredeki türlü-çeşitli binlerce mezarın bende bıraktığı intiba bu" dedim...
Yolu-izi olmayan, ekibimizin de rehberimizin bile bir kaç kişiye sorarak zor bulduğu buraları, bu adamlar binlerce yıl önceki koşullarda nasıl bulmuş da gelmiş, hayrete değer doğrusu.
Ben şimdi eminim ki; 'itin öldüğü yer' sözcüğü, işte burası için türetilmiş ! Bundan 2.500 yıl öncesinde atalarının yaşadığı Giritten kalkıp, buralara kadar adeta "ölmeye gelen" insanların, ömürlerinin son yıllarını geçirdikleri bu yerleri ve mezarlarını tarif eden yöre insanının bulduğu bir sözcük olmalı bu 'itin öldüğü yer' sözcüğü demekten kendimi alamadım.PINARA'NIN TARİHTEKİ YERİ...
Genellikle gideceğim ve göreceğim yeri önceden araştırırım ve yüzeysel de olsa çoğu gerekli bilgiyi edinmiş olarak giderim oraya... Ama bu sefer olay çok farklı gelişti ve bizim için her şey sürpriz oldu. Gidip gezip gördüğümüz Pınara ile ilgili "kısıtlı" bilgileri de, dönüşte internet üzerinden yaptığım araştırmalarla edinebildim.
Antik Likya, güneyde Akdeniz, batıda Karya ve doğuda ise Pamfilya ile komşudur... M.Ö. 1. yy.’ın ortalarında,dünyada sadece bu bölgede yaşamış ve yok olmuş olan Likya Uygarlığında, 23 kentten oluşan “Likya Birliği” oluşturulmuştur. Bu birlik tarihteki ilk demokratik birlik olup, günümüz demokratik sistemleri için de esin kaynağı olmuştur. Bu federasyonun önemli kentleri Patara (başkent), Xanthos, Olympos, Myra, Tlos ve Pınara’dır. Bunlara daha sonra Phaselis de eklenmiştir. Antik Yazar Stephanus’un, Byzantion Menekrotes’ten yaptığı alıntıya göre kentin adı, Xanthos’un nüfusu çok artınca yaşlılardan bir grubun Kragos Dağı’nın (BABADAĞ) yüksekçe bir tepesinde bir kent kurup, adına da "yuvarlak" anlamına gelen ‘Pınara’ demelerinden kaynaklanmaktadır. Kentin adı Likçe yazıtlarda ‘Pinale’ olarak geçmektedir. Likya birliği kentleri arasında, tıpkı Xanthos, Patara, Olympos, Myra ve Tlos gibi 3 oya sahip (3 oy hakkı olması, Likya uygarlığında lafının geçmesi demek) en büyük altı kentten biridir... Bu da, Pınara’nın Likya’da ne kadar önemli bir kent olduğunu gösteriyor. Günümüzde ise antik kentin hemen yakınındaki köyün 'Minare' olan adı da, Pınara’yı çağrıştırmaktadır.
M.Ö. 333'te savaşmadan B.İskender'e teslim olan Pınara, İskender'in ölümüyle Bergama Krallığı'na bağlanmış daha sonra Roma'nın bir şehri olmuştur. Bu dönemde canlanmış ve tekrar imar edilmiş, ancak M.S. 141 ve 240 yılındaki depremlerden büyük zarar görmüş, IX. yüzyılda da tamamen terk edilmiştir. 1957'deki depremde de, dağdaki kayalar aşağı kaymış, kısmen ayakta kalan yapılar da, gerek depremin etkisiyle ve gerekse yuvarlanan kayaların altında kalarak tamamen yerle bir olmuştur. Şehrin akropolü, üzerinde mezarların yer aldığı yuvarlak bir kayadadır. Akropolün etrafı bir surla çevrili olup, buranın Bizans Devri'ne kadar kullanıldığı, doğu kısmındaki Bizans yapılarından anlaşılmaktadır. Akropolün doğu eteğinde yer alan Pınara harabelerinde zengin mimarî kalıntıların bulunması, burasının eskiden refah içinde yaşayan bir kent olduğunu göstermektedir.
Pınara Antik Kenti; hamam, tiyatro, agora, odeon, kaya mezarları, yukarı akropol ve aşağı akropolden oluşmaktadır. Yukarı akropolün kısa sürede yetersiz kalması üzerine, ulaşımın da daha kolay olduğu aşağı akropol yerleşime açılmıştır. Aşağı akropolde odeon, agora, tapınak gibi yapılar ve pilyeli mezarlar yer almaktadır. Kaya mezarlarının büyük çoğunluğunun konut biçiminde olması, Likya Sivil Mimarisi hakkında fikir vermektedir.
Surun güneyindeki kapıdan (biz o kapıyı da göremedik) geçerek kente girilince, arkasını yamaca dayamış odeon ve önündeki düz alanda agoranın, kentin merkezini oluşturduğu görülür. Aşağı akropolün alt kısmındaki, aradan binlerce yıl geçmesine karşın bugün de hala yakınındaki Minare Köyü'nün su ihtiyacını karşılayan su kaynağı çevresinde, kentin Antik Çağ’da geçirdiği depremler sonucunda büyük oranda tahrip olmuş pilyeli mezarlar ve kayalara oyulmuş pek çok mezar dikkati çeker.
PINARA'NIN KAŞİFİ, İNGİLİZ ARKEOLOG FELLOWS...
Pınara Antik Kenti’nde yaşam, MS 8. yüzyıla kadar devam etmiş... Bu tarihten sonra ise kent, tamamen kaderine terk edilmiş. Pınara, Anadolu sınırları içinde, özellikle Likya bölgesinde birçok antik kentin ortaya çıkartılmasını sağlayan İngiliz arkeolog Charles FELLOWS tarafından 1838 yılında keşfedilmiş. FELLOWS, keşfettiği antik kentlerde, Osmanlı makamlarından aldığı izinle beraberindeki ressamlarla birlikte çeşitli zamanlarda uzun süreli çalışmalar yapmış. 1842 yılındaki son gelişinde ise tüm yöre ile birlikte Pınara'dan da topladığı Likya Uygarlığı'na ait birçok tarihi eseri, kimi kaynaklara göre hazırlanan 90 sandık içerisinde, sallarla Eşen Çayı üzerinden Patara'ya kadar götürerek, limanda bekleyen 'Beacon' isimli İngiliz savaş gemisi ile İngiltere'ye kaçırmış... Bugün bu eserlerin birçoğu, British Museum'da Likya salonunda sergilenmekte.