Yeni Asır Gazetesi tarafından görevlendirildiğim ilk yurt dışı seyahatlerden birisiydi. 1983 yılında, Arnavutluk ile Türkiye A milli futbol takımları arasında oynanacak Avrupa Şampiyonası grup maçını izleyecektim.
O zamanların kapalı kutusuydu Arnavutluk. Sadece resmi temaslar için gelenleri girebiliyordu Enver Hoca’nın yeni baştan yarattığı, komünizm ile idare edilen, dinin ve ibadetin ise tamamen yasaklandığı bu ülkeye.
Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra kendisini idare edebileceğini düşünen Arnavutluk halkının özgürlük rüzgarı, kısa sürede kesilmiş ve Kral Zozo, bağımsızlık mücadelesi veren bu ülkenin bir anda beklenmeyen yöneticisi olmuştu.. Bir Fransızca öğretmeni olan Enver Hoca, işte bu kralı devirip ülkesine komünizm sistemini getirmiş, bu arada önce İtalya’nın, sonrasında da Almanya’nın Arnavutluk’u işgal etmesine direnerek, büyük iki askeri zafer kazanmıştı.
ENVER HOCANIN ÜLKESİ
Bu zaferlerin getirdiği tek adamlıkla 45 sene komünizm sistemini, dini de yasaklayarak uygulayan tek lider olarak iktidarda kaldı.
Ben Arnavutluk’a milli maç için gideceğim zaman, Enver Hoca ülke yönetiminin başındaydı. Komünist parti liderliği 1985 yılındaki ölümüne kadar sürdü.
Gitmeden önce Arnavutluk büyükelçimizi aradım. Milli maç için geleceğimi, nelere dikkat etmem gerektiğini ve Türkiye’den bir isteğinin olup olmadığını sordum. “Bana biraz limon getirebilir misiniz?” dedi. Anlamadan bilmeden ve de şaşkınlıkla, fazla da soru sormadan “limon dediniz değil mi? elbette getiririm” dedim. Ayrıca büyükelçi, Arnavutluk telefon sisteminin çok kötü olduğunu, saatlerce bağlantı kurulamadığını, buna hazırlıklı olmamı söyledi.
O zaman adı PTT olan Genel Müdürlükteki sevgili arkadaşım Bekir Öztoprak ile telefon sorununu nasıl çözebileceğimi konuştum. Bana, “eğer istersen, stadyuma, maç süresince sadece senin kullanabileceğin direk bir telefonu, uluslararası anlaşmalara göre koyabiliriz” dedi. Bir dilekçe yazarak bu telefon sisteminin maç günü stadyuma kurulmasını da istedim.
HERKES ASKERDİ
A Milli futbol takımını taşıyan özel uçak ile Arnavutluk’un başşehri Tiran havaalanına indiğimiz zaman bizden başka kimse yoktu ortalıkta. Sadece silahsız, asker kıyafetli kişiler sağda solda dolanıyordu. Pasaport işlemlerimizi de zaten bu kişiler yaptı.
Sonrasında iki otobüs yanaştı havaalanının kapısına. Bunlar bildiğimiz, uzun burunlu, cemse diye de tabir edilen askeri otobüslerdi. Bir otobüse milli takım sporcuları, diğerine ise gazeteciler bindi ve şehre doğru hareket ettik. Yolda bizden başka hiçbir araç görmedik. Şehir merkezine geldiğimizde de sokaklarda bir tek araba yoktu. Sadece yürüyen ve bisiklete binen, çoğunluğu tek tip asker kıyafeti ile dolaşan insanlar vardı.
Milli takım farklı bir yerde kalıyordu. Biz gazeteciler ise şehir merkezindeki “Tirano” adlı otele yerleştik.
O dönem milli takımımızın kaptanlığını Fatih Terim yapıyordu. Teknik Direktör Coşkun Özarı idi. Federasyon Başkanlığını ise, ihtilalden sonra gelişen askeri yönetim nedeniyle Yılmaz Tokatlı Paşa yapıyordu.
GECE KULÜBÜNE GİDELİM DEDİK
Ayrı otelde kalan gazeteci ekibinin en genci sanırım bendim. Bizim ekipte Orhan Ayhan, Rıdvan Yelekçi, Necati Bilgiç, Oğuz Tongsir, Erol Yaşar Türkalp ve Rafet Hüner vardı. (Aramızdan ayrılan gazeteci abilerimi rahmetle anıyorum)
Tirano otel oldukça güzel bir oteldi. Epey de büyüktü. Akşam yemeği için otelin restoranına giderken koridordaki dolapların içerisinde harika meyveler gördüm. Şeftali, erik, kiraz, kayısı tabakları süslemişti kilitli camlı dolapları. Ama yemekten sonra meyve servisi yapılmayınca merak edip sordum. Meğerse o meyveler, ülkede yetiştirilen, ama ülkede kimsenin yemediği, sadece ihraç edilen meyvelermiş. Ülkede neler üretildiğini görmemiz için, o dolaplara mostralık olarak yerleştirilmiş. Sadece ihraç ediliyormuş.
O gece, gazeteci ekibi olarak bir eğlence merkezine gitmek istedik. “Böyle bir yer var mı?” diye otelin resepsiyon görevlisine sorduk. Telefonda uzun bir görüşmeden sonra “var” dedi. Gidebilmemiz için bize taksi çağırdı. Bir taksi geli, 4 kişi bindi gitti. 10 dakika sonra yine aynı taksi geldi, 4 kişi daha gitti, 10 dakika sonra yine aynı taksi geldi. Meğer Başkent Tiran’da hizmet veren (o da yabancılara) sadece bir tek taksi varmış. Biz kalabalık olunca, aynı taksi, 3 sefer yapmak zorunda kaldı. Bu tür tek taksileri sürenler de genelde polis olurdu.
Ben yaşça en küçük olarak en son taksi ile gece kulübüne en geç gidenler arasındaydım. Girdiğim zaman gülmekten kendimi alamadım. Gece kulübü denen yer sadece bizim için özel olarak açılmıştı. Uzun süre kullanılmadığı için içerisi buz gibiydi. Orkestra elemanları ise apar topar getirilmişti ve müzik aletlerinin akordunu yapıyorlardı. O gece 10 erkek gazeteci, ancak yarım saat tahammül edilebilecek bir orkestranın yaptığı müziği dinledik. Hayaller Paris, gerçek çok farklıydı.
TATİL ŞEHRİ DURES’E YOLCULUK
Ertesi gün milli takımın antrenmanını izledikten sonra, bir mihmandar bizi Arnavutluk’un Adriyatik denizi kıyısındaki tatil kasabası Dures’e götürecekleri bir gezi düzenlendiğini söyledi.
Öğle yemeğinden sonra otelin lobisinde toplandık. 3 küçük araba geldi. Yaklaşık 2 saat sora Dures’teydik. Belki bir saatlik yoldu ama arabalar 60 km hızın üzerine çıkamıyordu. Bunun nedenini de çoğu az çok Türkçe bilen sürücülerden öğrendik. Tüm ülkede 70 oktanlı benzin kullanılıyordu. Bu nedenle, arabaların karbüratörlerinden zaman zaman öksürüyor gibi sesler çıkıyor, çekiş düşüyordu.
Kısa süre sonra arabalarla ilgilenmeyi kestim. Yolda gördüklerim inanılmazdı. Ateist bir ülke oldukları için, kapıları kilitli cami ve kiliselerin önlerinden geçtik. Sıra sıra askerler gördük. Ülkede yaşayanların yüzde 90’ı askerdi. Kimsenin arabası yoktu. Tek ulaşım aracı bisikletti. Belli bir yaşa kadar Kızlar erkekler dışarıda sadece askeri üniforma giymek zorundaydı. Yol boyundaki tarlalarda çalışanlar da asker üniformalıydı. Çalıştıkları tarlaların yanına silahlarını birbirlerine çatarak dikmişlerdi. Ve koruganlar. Hemen hemen her tarlada askeri koruganlar vardı, İçlerinde de birer silahlı nöbetçi bekliyordu. Önce İtalya, sonrasında da Almanya işgaline uğrayan ve büyük bir kurtuluş mücadelesi veren bu ülke, aradan yıllar geçse bile savaş tehdidini üzerinde hissediyordu. Oysa böyle bir tehdit yoktu ama ülkenin iç siyaseti Enver Hoca tarafından her an gelebileceği ifade edilen bu tehlike ile yapılandırılmış halk adeta korku iklimi ile baskı altına alınmıştı. Tek tip asker elbisesi giyen çok güzel genç kızlar gördüm yol boyu. Sadece saçlarını farklı kurdelelerle toplamış, böylece erkeklerden ayırmışlardı kendilerini.
Dures, Adriyatik kıyısında şirin bir kasabaydı. Uzayıp giden harika kumsallara sahipti. Burada bir tesiste ağırlandık. Ben de elimi, ayaklarımı ilk kez tanıştığım bu denize, defalarca soktum.
MAÇ GÜNÜ YAŞANANLAR
Maç günü stadyum çok kalabalıktı. Bir askeri orkestra uzun bir konser verdi futbolcular ısınırken. İlk golü onlar attı. Biz beraberliğe getirdik maçı. Ben bizim kale arkasından fotoğraf çekiyordum.
Gelişen bir Arnavutluk atağında, rakibin yerden şutu, kaleyi bulmadı ve avuta çıkarak bana doğru hızla geldi. Topa dokunmasam, epey daha uzaklara gidecekti. Ben topu tutunca, Fatih Terim, “Yorulduk zaten, bıraksana topu gitsin” dedi sahanın içinden. Maç tek topla oynandığı için, top yeniden sahaya getirilene kadar oyuncular birkaç saniye dinlenebiliyorlardı. Topa dokunduğum için sorumlu hissettim kendimi. Maçın bu sonuçla bitmesini diledim. Bir gol yesek, Fatih Terim, biliyorum ki ihaleyi bana çıkarırdı dönüş uçağında.
Maçtan sonra, özel olarak bağlattığım telefon çok işime yaradı. Haberleri çok kolay yazdırdım, fotoğrafları gönderdim. Diğer gazeteciler saatlerce telefon beklediler. İşim bittikten sonra benim telefon, onlar için de kurtarıcı oldu.
ENVER HOCA REJİMİ HEYKELLERİYLE YIKILDI
Enver Hoca 1985 yılında, yani bizim oynadığımız maçtan 2 sene sonra öldü. Ölümünden birkaç sene sonra, getirdiği komünizm rejimi yıkıldı. Gördüğüm, o baskı altında yaşayan, ürettiği meyveyi yiyemeyen, tek tip askeri elbise ile dolaşan ve hangi dini benimserse benimsesin, camiler ve kiliseler kilitli olduğu için ibadet yapamayan Türk soyuna çok yakın bu inatçı kişilikleri ile bilinen insanlar, Enver Hoca’nın heykellerini devirdiler ve kendilerine yeni bir düzen kurdular.
LİMONLAR NE OLDU?
“Limonlar ne oldu?” diyeceksiniz? Onları büyükelçiye vermek için, Türk elçiliğine gittiğimde, elçiliğin kapısı açıktı. İçeri girdim. Tek bir güvenlik görevlisi yoktu. Büyükelçimin de oda kapısı sonuna kadar açıktı. Limonları kendisine verdim. Teşekkür etti. Üretilenin tamamını ihraç ettiklerini, ülke içinde bazı tatlara erişemediklerini söyledi.
“Pekiyi, elçiliğin kapıları niye sonuna kadar açık” diye sordum. Ülkede hiç hırsızlık, gasp gibi suç işlenmediğini, bu nedenle tüm devlet daireleri, bankalar gibi, elçiliklerin kapılarının da yıllardır, hiçbir önlem alınmadan açık bırakıldığını söyledi. Gördüğüm o komünizmin sisteminin işte bir de böyle iyi tarafı vardı.