1988 Kasım’ında, Dünya Halter Şampiyonası için Finlandiya’ya giderken orada havanın çok soğuk olacağını elbette biliyordum. En kalın giysilerimle bu seyahate çıktım. Önce THY ile Zürih’e uçtum. Zürih havaalanından, soğuk kış gecelerinde içmek için 2 şişe viski aldım. Finlandiya, içkinin en pahalı olduğu ülkelerden birisiydi. İçkinin fiyatını arttırarak, daha az içilmesi için çalışma yapmalarının nedeni, tüm Finlilerin ısınmak amacıyla da olsa giderek arttırdıkları alkol tüketiminin önüne geçmekti.
(Helsinki, Türkiye Büyükelçiliği)
Zürih’ten, İsviçre havayollarına ait bağlantı uçağı ile geldiğimiz Helsinki’de, soğuk bizi daha uçaktan inmeden karşıladı.. Havaalanında inmemizi bekleyen uçağın kanatlarına, donmaması için kimyasal sıkılıyordu.
GEMİLERİ GÖKDELEN GİBİ
Helsinki’de yüzümüze vuran soğuk eşliğinde kısa bir gezinti yaptık.
Burası aynı zamanda bir liman şehrindi ve damarlarında Viking kanı dolaşan Finlilerin, denizcilikte ne derece ileri olduğu, limana bakınca anlaşılıyordu.
Gökdelen gibi yükselen kat kat apartman kamaraları ile birbirinden ihtişamlı devasa yolcu gemileri, limanda yan yana sıralanmıştı.. Bu gemiler dünya turizmine hizmet ettiği gibi, hafta sonlarında uluslararası sulara Finlilere, açık denizde normal fiyattan içki alma olanağı da sağlıyordu.
LAHTI
Halter Milli takımı sporcuları ve gazeteciler hep birlikte bir otobüse doluşarak Helsinki’nin çok daha kuzeyindeki Lahti şehrine geldik. Giderek Kuzey kutbuna yaklaşıyorduk.
Lahti’nin üstünde Turku şehri vardı. Onun kuzeyine çıkıldığında ise Laponya denilen, Eskimoların daha ağırlıklı yaşadığı buzul bölgesine geçiliyordu. Daha yukarısı ise, Kuzey kutbunu ilk gören kaşiflerin gittiği yerler olabilirdi.
Lahti’ye otobüs ile yaptığımız yolculu sırasında, sanki beyazlar ülkesindeydik. Yolculuğumuz donmuş göller ve karla kaplı ormanlar arasından devam etti. Bu sulak ülkede, bir göl bitmeden diğer donmuş göl başlıyordu. Yaklaşık 55 bin göl olduğunu bilmek oldukça şaşırtıcıydı.
Ve uçsuz bucaksız kayak pistleri görüyorduk. Her kayak pistinde, mutlaka bir de kayakla atlama kulesi vardı.. Lahti'de bir kaç sene sonra da kış olimpiyat oyunları yapılacaktı.
Bu ilginç ülkedeki cam kenarı otobüs yolculuğumuz Lahti’ye gelince sona erdi.. Halter milli takımı kalacağı otele yerleşirken, AA Brüksel muhabiri olan ve bizimle seyahat eden Mehmet, bizler için bir apart otel ayarlamıştı..
GÜNDÜZ -20, GECE -30
Lahti, küçücük bir şehirdi desem sizi yine yanıltırım, bir kasabaydı. Bir ana yolu ve onun etrafındaki sokakları ile bir avuç yerdi. Bir yerden diğer bir yere yürüyerek rahatlıkla gidebileceğimizi düşünerek odalarımıza yerleştik.
Gündüz sıcaklığı -20 dereceler civarındaydı ve odalarımızın radyatörleri el değmeyecek kadar sıcaktı.. Ben çatı katındaki en güzel ve en büyük odayı aldım. Yatak odasının dışında, açık mutfaklı büyük oturma odası gazeteci arkadaşlarımda buluşma ve kaynatma yeri olacaktı.
SOĞUKTAN YÜRÜYEMİYORDUK
Odalarımıza yerleştikten sonra yürüyerek kasabayı keşfetmeyi düşündük. Bir yandan da hava kararıyordu. Üzerimizdeki kalın giysilerle, tüm çabamıza rağmen, en fazla 100 metre yürüyebildik.
Soğuk öylesine içimize işlemişti ki, donmak üzereyken, kendimizi sıcak bir kafeye zor attık.
Elimiz ayağımız buz gibiydi. Türkiye’den getirdiğimiz kışlık giysilerimiz, bizi hiç korumuyordu. Kafenin buğulanan camından gördüğümüz bir alış veriş merkezine gidene kadar, ısınmak için başka kafelere de girip ısınma molaları vermek zorunda kaldık.
O alış veriş merkezine mutlaka gidip, kendimizi koruyacak giysiler almalıydık ve öyle de oldu. Yöreye uygun kalın elbiseler, ayakkabılar, eldivenler, atkılar, şapkalar ve içliklerle baştan aşağıya kendimizi koruma altına aldık.
Benim aldığım kaz tüyü montun üzerinde -30 derecede bile beni koruyacağına dair bir işaret vardı. Yani bu giysilerle, kutup soğuğuna bile karşı çıkabilirdim. Oysa yanıldığımı, yeniden sokağa çıkınca anladım.
Alış veriş merkezinden dilimleterek aldığımız Somon balıklarını taşıyarak otelimize doğru yürürken, yine üşüyorduk. Oysa birçok Finli, biz donarken, sokakta kazakla güle oynaya dolaşabiliyordu. Biz bu iklimin insanları değildik, alışkanlığımız olmadığı için elbette donacaktık.
ARABA KİRALADIK
İlk akşam, somon balıklarını, benim odanın mutfağındaki fırında pişirip yedik. Can sıkıntısından iskambil oynadık ve bir şişe viskiyi paylaşarak bitirdik.
Sabah, hepimizi bir korku almıştı.. En sıkı şekilde giyinsek bile biz Akdeniz ikliminden gelenler üşüyorduk. Üstelik buz tutan kaldırımlarda kayıp düşüyorduk.
İnsanların kaymaması için, tüm kaldırımlara kum atılarak önlem alınmaya çalışılmıştı. Tuzlamıyorlardı, çünkü buzların erimesi ile yeniden donması sadece birkaç saniye sürebiliyordu.
Brüksel muhabiri Mehmet’in “araba kiralayalım” fikrine hepimiz katıldık. Dona dona gittiğimiz Rent A Car’dan bir VIP minibüs kiraladık. Bununla, kaldığımız otelden belki de 2 kilometre ilerdeki spor salonuna ve sporcularımızın kaldığı otele yarışmalar süresince gidip gelebilecektik. Minibüsün koltukları ısıtmalıydı ve çivili lastikleri yeniydi.
ARABANIN FİŞİ
Kiralık arabayı ilk ben kullandım. Önce sporcuların kamp yaptığı otele gidip haber olabilecek işlere baktık, sonra, aldığımız yiyeceklerle otelimize döndük. Otelin arkası araba park yeriydi. Çizgilerin arasına park ettiğim arabanın tam önünde bir elektronik kafa duruyordu.
Bunun ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken, bir başka araba daha park yerine geldi. İçinden inen kadın, arabanın motor kısmının altında sallanan bir fişi, park tabelası gibi duran yerden çıkardığı prize taktı ve gitti.
Eğilince gördük ki, bizim arabanın altında da sallanan bir fiş vardı. Biz de kadının yaptığı gibi o fişi, bizim park tabelasına prize takıp bir süre bir şey olmasın arabaya diye bekledik. O kabloların ne işe yaradığı konusunda merakımızı otelci giderdi.. Takmazsak, arabanın motoru sabaha kadar donabilirdi ve o mazotlu arabayı asla bir daha çalıştıramazdık.
YARIŞMALAR BAŞLIYOR
İlk gün, küçük dev adam Halil Mutlu, koparma ve silkmede rekorlar kırarak dünya şampiyonu oldu ve altın madalyayı boynuna taktı. Bu güzel bir haberdi ve gazetelerin manşeti artık hazırdı.
Yarışmanın sonunda Halil Mutlu yanıma geldi ve “Federasyon başkanından benim için izin alsana, ben kamptan ayrılıp, sizin kaldığınız otele geleyim” dedi.. Federasyon Başkanı Kenan Nohut çocukluk arkadaşımdı ve ricamı kırmadı. Halil Mutlu da artık bizim otelde kalıyordu.
HALİL MUTLU BİZİM OTELE TAŞINDI
Ancak başımıza ne iş aldığımızı ertesi gün Halil’i de aramıza alıp bir kafeye gittiğimizde anladık. O küçük kasabada herkes televizyondan veya salona giderek yarışmayı izlemiş ve Halil’i tanımıştı.
Sokakta, kafede, görüldüğü her yerde, herkes Halil’in başına toplanıyor ve imza alarak fotoğraf çektiriyordu. Bizim güzelliklerine imrenerek baktığımız genç kızlar, Halil ile fotoğraf çektirebilmek için birbirleri ile adeta yarışıyordu.
BARDA OLANLAR OLDU
O genç kızlardan birisinin kendisi ile ilgilendiğini düşünen bir bekar arkadaşımız, biz otele dönerken, barda kalmayı tercih edince maceralı bir gece yaşadık.
Biz ısrarla, o kızın kendisi ile ilgilenmediğini söyledik ama o bizimle aynı fikirde değildi. Gecenin ilerleyen saatinde hala odasına dönmediğini fark edince bara gidip bakmaya karar verdik. Yolda karşılaştığımız arkadaşımızın üstü başı sanki biraz dağılmış gibiydi.
Ağzından baklayı ertesi sabah çıkardı, meğerse onunla ilgilendiğini sandığı kız, aslında erkek arkadaşını bekliyormuş. Bizimki erkek arkadaşının yanında da kıza iltifatlar yağdırınca, birkaç Finli birleşip bizim arkadaşı barın dışına taşımışlar. Arkadaşımız, onu barda yalnız bıraktığımız için bize kızgındı ama aslında o bize, “siz gidin, ben sonra gelirim” demişti. “Bardaki 28 kişi toplanıp benim üzerime geldi” deyince, Halil Mutlu, “Abi adamları sayacağına, sen de onlara gereken cevabı verseydin ya” esprisi Finlandiya hatıralarının unutulmazları arasında yer aldı.
Ertesi gün 62 kiloda yarışan Hafız Süleymanoğlu 9., sonraki gün 69 kiloda yarışan Ergun Batmaz 11. oldu. Mehmet Yılmaz’ın 77 kiloda dünya üçüncüsü olması bize bir kez daha madalya töreni izletti.
KUTUPLARA DAHA DA YAKLAŞTIK
Yarışmalara ara verildiği boş günümüzde, kiraladığımız araba ile daha da kuzeye, gezmek ve görmek için Turku şehrine gitmeye karar verdik. Turku sanırım 3 saatlik bir yoldaydı.
Arabayı yol boyunca yine ben kullandım. Tamamen buz tutmuş bir asfalt yolun üzerinden gidiyorduk. Ben arabayı buz üzerinde en fazla 60 kilometreye kadar çıkartma cesaretini gösterirken, Finli şoförler yanımdan 110/120 kilometre hızla geçiyorlardı.
Çok istememe rağmen süratimi arttıramadım. Buzun üzerinde, benim gidebileceğim limit bundan fazla olamazdı. Tabii tüm bunlar yaşanırken, neden Finli pilotların araba yarışlarında hep dünya şampiyonu olabildiklerini çözmüştük. Normal Finli vatandaş bu yolda 120 ile giderse, edindikleri tecrübe ile Finli yarışçılar, pist yarışlarında elbette arabalarını uçuracaklardı.
85 Kiloda Dursun Sevinç’in dünya altıncılığı ve 105 kiloda Aziz Alpak’ın dünya 11’incİliğinden sonra, yaklaşık 15 gün kaldığımız beyaz zambaklar ülkesinden ayrılma zamanı geldi.
AKLIMDA KALANLAR
Finlandiya denince şimdi aklıma, sabahları dışarı çıkarken üşümemek için kahvemin içine kattığım bir parmak viski, soğukta biz donarken kafelerin önünde incecik gömlekleri ile sigara tüttüren genç kızlar, apart otel odasında pişirdiğimiz somon dilimleri, buz tutan denizde sıkışıp kalan gemiler, buzlu yolda kullandığım araba ve Nokia marka telefonları ile o dönem dünya piyasalarında elde ettikleri kısa süreli hakimiyet geliyor.
Aldığım giysiler ise o kadar sağlam çıktı ki, bazılarını kayak için karlı dağlara gittiğim zaman hala kullanıyorum.
İnsanların bırakın kavga etmek, birbirini üzüp kırmadığı, ileri demokrasinin ve serbest ekonominin işlediği, azımsanmayacak sayıda Türkün de yaşadığı Finlandiya’nın ormanları, şimdi uluslararası bir marka haline gelen İKEA ile evimizde bizlerle buluşmaya devam ediyor.
ONLAR DA ORTA ASYALI
Finlandiya halkı köken itibarıyla Ural-Altay dil grubunun Ural kısmındadır. Orta Asya ve Sibirya kökenli bu halk daha sonra nordikleşmiştir. Fin dili yapısı Türk diline ve Altay dil grubuna çok benzer. Örneğin ben kelimesi Fince'de "mina", sen kelimesi "sina" dır.